Elini uzattı. Hafifçe tuttum. Nazikçe kendime çektim. Donuk bakışlarıyla, çizdiğim rotayı anlamaya çalışıyordu. Bir ara dengesini kaybetti. “ Zorlama beni ”, diyen bedenini kaldırmak için diğer elini de uzattı. “Tamam, tuttum. Oldu “,dedim. Sonbahar yaprağı gibi hasta ve narin oturuyordu yatağının üzerinde.
“Hasibe Hanım, nasılsınız?” Uzun süre soran olmamıştı ya da vazgeçmişti artık tüm cevaplardan. Bir süre öylece baktı. Kelimeleri tekrar hatırlamaya çalışır bir hali vardı. Belki de “Nereden çıktı bu soru? Beni kendi halime bırakın”, diyordu, kim bilir? Tüm suskunluğu yenerek, haline aykırı güçlü bir sesle “Evet, iyiyim. Çok iyiyim” dedi. Şaşırmıştım. Bir cevap bekliyordum. Ancak hayata bu kadar bağlı bir “iyiyim” beklemiyordum sanırım. Bakışlarında beliren gökkuşağıyla gülümsedi hafiften. Akli melike raporu çıkarmak için gittiğimizden olacak kendiliğinden bir soru çıkıverdi ağzımdan. Yazda mıyız? Kışta mıyız? Kötü bir soru cümlesi. Kabul ediyorum, kontrolsüz. Sanırım bende heyecanlandım. Ya da öykümü yazdıracak cevaplar arıyorum Hasibe Hanım’da. Pekâlâ, sen kar sever misin? Kartopu oynamayı, kışı? Ne biçim bir soruydu bu? Kışın ayazında kalmış, üşüyen, tükenmiş bir 81 yılın ardından kim severdi kışı. İçimizde cevaplarımızı ararken, Doktor Vural sordu, ” İyi misiniz? Bir şikâyetiniz var mı? İyilik. Bu yaşta, yatağa kök saldıkça mümkün mü? Sonra hangi birini şikâyet edecek. Şikâyet, bu güne mi ait olacak yoksa geçmişe yönelik mi? Doğru ya, insan birden bire bu hale gelir mi? Kim bilir ne tufanlar, ne depremler, ne sağanaklar yaşadı Hasibe Hanım onca yıl içinde. Âşık oldu mu? Kocasını sevdi mi? Çocuklarını doğurmayı seçti mi? Sevilip sayıldı mı?
Neden aşktan önce felaketler zinciri geldi aklıma? Aşk içinde yaşanan ömrün tükenmesi mümkün mü? Aşk-ı muhabbetten yorulur mu gönül? O bir bakışı, sevda cümlelerini tüketmeyi unutmayı nasıl göze alır insan? Nasıl unutur çocuklarını?
“Çocuğun var mı? “Ne çocuğu? Çocuk, çocuk yok. Yok çocuk.” Gelini, başını sağa sola çevirirken çocuklarını nasıl unuttuğunu yargılar gibiydi. Çocuk yoksa bu gelinde neyin nesi? Belli ki bir oğlu var. O halde nerede çocukları? Sahi neredeler? En son annelerine sevdiklerini ne zaman söylediler? Ne zaman okşadılar pamuk yanaklarını? Ortam buz gibi soğudu. Gelin hanım, doktorun sorularını kapının yanındaki arada ve ayakta bildiğince cevaplayarak muayeneye yardımcı oluyordu. Bense bir çift çocuk bakışın selamlamasına esir olmuş dinliyordum.
Yaz mı? Kış mı? Bilmesini istiyordum sanki. Şubatın dördünde bahardan çalıntı bir gün vardı dışarıda. Güneşe aldanan çimenler bütün acemilikleriyle topraktan baş göstermişti. Kuşlar dallarda , çocuklar sokaklarda cıvıl cıvıldı. Çıplak dallarda tomurcuk silueti, mis gibi oksijen. Sahi Hasibe teyzenin odasına girer girmez hemen pencereyi açıp, o ağır ölüm beklentili kokuyu dışarı atasım gelmişti. İnsan dışarıya çıkamıyor diye, dışarısı içeriye giremez miydi?
“Yaz, yazı seviyom ben. Yazı seviyom” diyen haykırışıyla böldü düşüncelerimi. Yazı sevmek. Sıcağı, özgürlüğü, rengârenk çocuk cıvıltılarını. Kışında, yazı sevmek bunun adı alsa gerek. Bu cevapla odadaki herkes neşelendi. Odaya mis kokulu yaz geldi. Hasibe teyzenin neredeyse yarı yaşında ben, ağrıyan dizlerimle inerken basamaklardan düşündüm. İnsan, yaşlandığında bakması için çocuk doğurmamalı. Olanların hayırlı olmasını dilemek tartışmasız gönlümüzün arzu ettiği ancak yaşam, her bireyi ayrı ayrı dokumuş.
Hasibe teyze, koca bir perde çekmiş geçmişe. Unutmuş. Çocukluğunu, gençliğini, kocasını ,çocuklarını mevsimleri. Hatırında kalan, yaz kırıntıları ve sevgi.
Hasibe Öz
Tansiyon:90/60 mmHg
Nabız:64 /dk
Ateş: 36.4 C
Tanı: Alzheimer
Onca yılın, on yılın, on adım odanın unutturamadığı en önemli kelime “SEVİYOM”
Hasibe Hanım’ın ailesine naçizane önerilerimiz şuydu; “Bu gün” , Yaradan’ın bize sunduğu armağan. Şubat’ta selamlayan bir yaz günü. “Hastanızı” demiyorum, Hasibe teyzemin koluna girin ve basamaklardan yavaş yavaş indirin. Parka götürün. Kuşları dinlemesine, çiçekleri koklamasına, ağaçlara dokunmasına çocukları okşamasına izin verin. Hiçbir şey değil, Hasibe teyzem için, bir günden 10 dakika da siz çalın lütfen.
SON SÖZ:
Bizce, hastaların “pardon” yaşlılarımızın, yatağa bağımlı kalmasında büyük etkisi olduğunu düşündüğümüz yegâne yanlış “ yaşlı yakınlarının, ölümü yaşa uyumlu kılarak, erken beklemeye başlamaları, yaşlıların yaşamla bağlarını( “doğrusu bu” sanmaları gerekçesiyle) en aza indirgemeleri. Yaşamın renklerini bölmeleri, parçalamaları ve eğlenmenin, sohbetin, seyahatin kısaca yaşama dair ne varsa uygulanabilirliklerini yaşla (zihinlerinde de) sınırlandırmaları. Sevgiyi, paylaşmayı aile olmayı unutmaları, yaşlı / hastalarına dokunmaktan korkmaları. Dokunmanın büyüsünü ve gücünü unutmaları.
Bu hikâye; Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Evde Sağlık Hizmetleri Birimince 4 Şubat 2013 tarihinde gerçekleştirilen hasta ziyaretinin, ruhumda bıraktığı iz’in yansımasıdır.
Tüm yaşlı /bağımlı /hastalarımıza saygılarımla…